Dişi Kuş mu O?
Arkadaşlar, diyorum, ya arkadaşlar, bir sakin. İsteyen istediği sorudan başlayabilir, süre kısıtlaması yok. Cevaplarınız uzunsa, boş bulduğunuz her yere yazabilirsiniz
Her işinize hayranlıkla bakıp, sırtınızdan elini eksik etmeyen, her kayboluşta yanına sığındınız, en büyük hataların sağlamasını beraber yapıp, doğru yolda olduğunuza inandırıldığınız, yüzünüze en aydınlık gülümsemeyle bakarken eteklerinize bile isteye basan en iyi arkadaşım dediğiniz biri ya da birileri olmuştur sizin de, belki. Benim oldu. Olmuştu.
Bir süredir bu tanımlamalarıma uyan ‘en iyi arkadaşım’ diye isimlendireceğim yakınımda olan kimse yok. Siz buna dost demeyi tercih edebilirsiniz. Benim tercihim en iyi arkadaş yönünde. Dost sözcüğü bende her ne hikmetse hiç yerine yerleşmedi. Daha önceki yazılarımın birinde de yazmıştım. Büyümek biraz da ‘aklıma esti geldim, içimden geldi yaptım’ uçarılığını kaybettiğimiz yerde başlıyor olabilir. Mi? O yürekten bağlanmayı hem çok özlüyorum hem de beslendiği yerlerin bende yarattığı duygulardan fersah fersah kaçıyorum. Çünkü orası- bana göre- acayip güvende hissetsen de farkında olmaksızın hırpalandığın, beş verip üç belki de hiç aldığın bir kısır döngü. Kabul ediyorum, yine tarihimin karamsar pencerelerinden seslenir gibi geliyorum kulağa ama hayır. Kabullenilmiş bir çerçeve dersek daha doğru olacak.
Sanırım 2022’nin sonlarına doğru izlemeye başladık HBO’nun en başarılı yapımlarından biri olan, ‘My Brilliant Friend’ ‘i. Dizinin senaryosu kalabalık bir yazar ekibiyle daha objektif hale getirilmek üzere tekrar elden geçirilse de, esasında hikayenin kendisi yazar olarak kalemine ve kurgusuna her daim hayran kaldığım Elena Ferrante’nin.
‘’Would I prefer to have with me forever a friend or a lover? I would prefer a lover who is capable of deep friendship’’
Elena Ferrante
Sonsuz bir arkadaşlığımı yoksa sonsuz bir sevgiliyi mi tercih ederim. İçinde o en derin arkadaşlık bağları olan bir sevgiliyi tercih ederim.
My Brilliant Friend (En iyi arkadaşım) dizisi esasında Ferrante’nin yayımlamış olduğu ve yıllardır hatırı sayılır birçok kritik tarafından en iyiler listesinden inmeyen Napoliten Romanları serisinden. Diziyi hala izlemeyenler varsa mutlaka bir göz atmalarını tavsiye edeceğim.
İki yıl önce başladığımız hikayenin sonuna geçen Pazar geldik. Ama ne gelmek. Çoğu zaman kendimizi tutarız. Bölümleri arka arkaya dizmeyiz. Bu kez benim de gazıma gelerek, durmaksızın 2 bölümü izledik o da yetmedi son bölümle hikayeye noktayı koyduk. Buraya kadar her şey normal tabii.
Son bölümü izledikten sonra derin nefesler alıp vererek kendime gelmeye çalıştım. Baktım sistemi kapatmak gerekiyor, iyi geceler dileyip yattım. Gecenin bir yarısı yataktan tüm uykumu almış gibi dürtülerek uyandım. Zihin tabii onca his yüklenmesine, hoop hişt alooo, moduna geçti. Mümkün değil, sağa dön yok, sola dön yok. Kalktım, beklemeye başladım. Hani bir duygu dolanır ya bazen içimizde, uyandığımız anda yakalar bizi. Kaynağını bilmediğiniz bir mutsuzlukla güne başlarız. Hatta ‘’içimde bir sıkıntı var, hayırlara çıksın’, ile devam ettiğimiz gündür o gün. Sorduklarında, bilmem bir tatsızım ama sebebini sorsan gösterememdir o duygu tam olarak.
Beni uykularımdan uyandıran, iki yıldır izlediğim sahnelerin içinde dönendirip duran neydi? Günlerce düşündüm. Hatta bu yazıya otururken bile hala kafamda taşları oradan alıp buraya koyuyorum. Ulaşabildiğim bir iki şey var:
Hikayedeki kadın karakterlerin hayatları gözümün önünde sürüp giderken aldıkları yanlış kararları izlemek ve bunların sonucunda yerleştikleri yerleri görmek.
Kadın olmanın anne olmanın önüne pek tabii ki geçebildiği gerçeğini tüm çıplaklığıyla şahit olmak.
Özellikle ikincisiydi beni en çok yerimden eden. Çünkü bu ana fikrin yansımalarını izlediğim sahnelerde, karaktere hem kızıyor hem de evet, tabii, yap kız, helal olsun diye suskun tezahüratlar geçiyordu içimden. Ve işin -bana kalırsa- daha da enteresanı, kendimde ben olsam ne yapardımın cevabıyla karşılaşmaktan korkuyor olmamdı. (Spoiler vermeden yazmaya çabaladığımdan abukluyor gibi gelebilirim, izleyince daha iyi anlayacağınızı umuyorum)
Sorum şu:
Sağlam kazıklara çaktığına inandırıldığın hayatını, sadece kendi tutkularının olduğu nefes aldığın yeri beslemek için dönüştürür müsün? Ne bileyim bir anda tası tarağı toparlayıp en sevdiğin sahil kasabasına yerleşir misin? Her iki tarafta da yarım kalmış tutku dolu eski bir ilişkinin en başına çekilir misin? Doğup büyüdüğün arkanda bıraktığın ve arkanda bırakırken de oh aman aman iyi oldu kurtuldum buralardan diye çıkıp gittiğin şehrine bile isteye geri gelir misin? Ve sorunun esas can alıcı kökü ise; tüm bunları gerçekleştirirken çocuğunu ve çocuklarını kısmen de olsa gerilere atabilir misin?
Defterimde bunun gibi bazı soruları not almışım. Gidip geliyorum. Defter açık. Soruların altında iki satır boşluk bırakmışım. Bir sabah uyanıyorum, ‘iki satır bile fazla bunların cevabına. Zaten tek kelimelik cevaplar,’ diyor biri içerilerden. Başka bir sabah, ‘içim sıkılıyor, neden bu kadar az yer ayırdın ki cevaplamaya,’ diyor puslu bir ses.
Arkadaşlar, diyorum, ya arkadaşlar, bir sakin. İsteyen istediği sorudan başlayabilir, süre kısıtlaması yok. Cevaplarınız uzunsa, boş bulduğunuz her yere yazabilirsiniz. ‘Her yere mi?’ diye soruyor ötelerden bir ses. Her yere mi? Her yere he, ne bulacaksanız bunca yazacak!?
Susuyorlar.
Etraf sakinken madem ben de size soruyorum: (Sadece soruyorum)
Çekip gitmek caiz mi?
Kasım 20
Çöl
Sonunda kitapları bitirdim. Diziye henüz başlamadım. "Artık başka birisiyim" kadar iddialı bir cümle kurmamaya çalışıyorum, ama artık kesinlikle bazı şeylere daha farklı bakıyorum.
Ben gidemezdim. Ama gideni de anlardım.
Çekip gitmek tabii ki caizdir, yapabilene de saygım sonsuz ama sen yapabilir miydim derseniz, asla yapamazdım.. Ben hem ailemin, hem işyerindeki arkadaşlarımın hatta kısa süreli bulunduğum ortamlarda bile herkesin gönüllü “Hafize Ana”sıyım resmen ☺️